Sayfalar

30 Kasım 2013 Cumartesi

82 YIL ÖNCE BUGÜN, TÜRK SİNEMASININ İLK SESLİ FİLMİ “İSTANBUL SOKAKLARINDA” GÖSTERİME GİRMİŞTİ.

TARİHTEN BUGÜNE DÜŞEN NOTLAR:
1 ARALIK 1931;


82 YIL ÖNCE BUGÜN,
MUHSİN ERTUĞRUL’UN SENARYOSUNU YAZDIĞI VE İHSAN İPEKÇİ* İLE BİRLİKTE YÖNETMENLİĞİNİ YAPTIĞI TÜRK SİNEMASININ İLK ORTAK (TÜRK, MISIR, YUNANİSTAN) YAPIMI VE SESLİ FİLMİ “İSTANBUL SOKAKLARINDA” GÖSTERİME GİRMİŞTİ. 

Film, İstanbul, Kahire, İskenderiye, Atina ve Paris’te çevrilmiş, 21 Aralık’ta Paris’te, 30 Aralık’ta İstanbul'da Mısır Sefaretine ve Basına gösterilmiş,
1 Ocak 1931’de ise Melek ve Elhamra sinemalarında gösterime girmişti.


Filmin Müziklerini Ferit Alnar’a ve Hüseyin Sadettin Arel, Görüntü Yönetmenliğini Cezmi Ar, Nikolas Farkas yapmıştı. Kurgu Muhsin Ertuğrul’a, Dekor tasarımı Vedat Ar’a ait olan filmin yapımcısı İpek Film’di. Başrollerinde Talat Artemel (Talat), Semiha Berksoy (Hancı kızı Semiha), Behzat Butak (Hancı Halil Ağa), Aziza Amir (Semira), Hazım Körmükçü (Hazım) ve Bedia Muvahhit’in (Berber) rol aldığı film, dönemin yüksek maliyetli filmleri arasında yer almıştı.



Film, iki kardeşin aynı kadına aşık olması üzerine hayatlarının mahvolmasını anlatıyordu. Bankada çalışan Rahmi şarkıcı bir kadına aşık olmuş, aynı kadınla kardeşi Talat’ın da ilişkisi olmuştu. Rahmi aşkı uğruna bütün parasını kadın ile harcamaktaydı, hatta bir süre sonra çalıştığı bankanın parasını da aşık olduğu kadın için kullanmaya başlamıştı. Banka yönetimi durumu fark edip Rahmi’yi işten atmış, kullandığı parayı da Rahmi’nin ailesinden tahsil etmişti. Bütün birikimini kaybeten ailenin hesabını sormak üzere Talat kardeşinin yanına gitmiş ve kardeşiyle şarkıcı kadını sarhoş halde bulmuştu.



Şarkıcı kadının ortağı olan garson, Rahmi’yi dolandırmak için içkisinin içine uyku ilacı atmış, Talat kardeşine saldırıp, kavga sırasında ilaçlı içki bardağını Rahmi’ye fırlatınca, ilaçlı içki Rahmi’nin gözlerine gelmiş ve Rahmi’nin gözleri kör olmuştu. Film doktorların göz ameliyatı için çok para istemesi, iki kardeşin zengin dayılarının yanına gidip yardım istemeye karar vermesi, ancak bu sırada dayılarının ölmesi, dayılarından kalan tek şey olan evin yanması, iftiraya uğrayan Talat’ın hapse düşmesi gibi bir dizi felaketler sinsilesi ile ilerlemiş, filmin sonlarına doğru ortaya çıkan, Mısır’lı zengin bir yazar olan Semira Hanım, Rahmi’yi ameliyat ettirip, kardeşleri eski saadetlerine kavuşturmuştu.

“İstanbul Sokaklarında” bu abartılı ve absürd konusuna rağmen; gerek dönemine göre yüksek maliyeti, gerekse ilk sesli film olması nedeniyle, sinema tarihimizde önemli bir yer edinmiştir.





*İhsan İpekçi:
1901 yılında doğan İhsan İpekçi Ailesinin ipek ticareti yaptığı dönemde (1920) sinema işletmeciliğine başlamış, kardeşi Kani İpekçi'yle 1928’de İpek Film şirketini kurmuştu. İhsan Koza takma adıyla roman ve senaryolar yazmıştı. Önemli filmleri: Bir Millet Uyanıyor, Bataklı Damın Kızı Aysel (Muhsin Ertuğrul); Senede Bir Gün (Ferdi Tayfur), Yalnızlar Rıhtımı, Zümrüt (Lütfi Ö. Akad).İhsan İpekçi 1966 yılında vefat etmiş ve Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilmişti.



Selanik’te birkaç kuşak ipek işiyle uğraşan İpekçi ailesi, 1893’te göç ettiği İstanbul’da bir süre daha ipek ticaretini sürdürmüş, ilk olarak Eminönü’nde “Hüsn-i İntihap” ismiyle bir mağaza, ardından dönemin en büyük mağazalarından Selanik Bonmarşesi’ni açmışlar, Selanik Bonmarşesi’nin Eminönü Meydanı düzenlenmesi sırasında yıkılması üzerine de İhsan İpekçi’nin önayak olmasıyla sinemacılığa yönelmişlerdi.Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra Berlin’de ticaret eğitimi alan İhsan İpekçi, orada sinemanın büyük kazanç getirdiğini görmüş, babasını ve kardeşi Kani İpekçi’yi ikna ederek 1923’te Elhamra Sineması’nı işletmeye başlamıştı. İki yıl sonra da Skating Palace (Paten Sarayı) adlı gösteri merkezini sinema salonuna dönüştürerek Melek (bugünkü Emek) sinemasını açmışlar ve bir marka oluşturmuşlardı. İpek Film Şirketi’ni kurduktan ve yapımcılığa başladıktan sonra Muhsin Ertuğrul ile anlaşmışlar ve “Ankara Postası”nın yapımcılığını üstlenmişlerdi.



Nazım Hikmet’in 1933’te tutuklanarak Bursa Cezaevine gönderildiğinde İpekçiler ve Muhsin Ertuğrul, Hikmet’i hapiste yalnız bırakmamış, Muhsin Ertuğrul, cezaevine İsveçli yazar Selma Lagerlöf’ün hikayesini göndererek Hikmet’ten bunu senaryo haline getirmesini istemişti.

İhsan İpekçi’nin, iki çocuğunundan biri olan İsmail Cem İpekçi, Türk basın ve siyaset hayatında önemli mevkilerde görev yapmıştı. 1 Şubat 1979’da İstanbul Maçka’da evinin yakınlarında arabasındayken Mehmet Ali Ağca tarafından öldürülen gazeteci Abdi İpekçi ise İhsan İpekçi’nin diğer kardeşi Süleyman Cevdet’ın oğluydu. Ünlü modacı Cemil İpekçi de bu aileye mensuptur.

EKS*TASYON’LAR 2: FENERYOLU TREN İSTASYONU

*eks: ex·i·tus’dan gelir, ağırlıklı olarak ileri giden, çıkan, çıkış, son, bitiş gibi anlamlara da gelmekle birlikte Türkçemizde daha çok “eks olmak” ile ölüm, “eks sevgili” ya da “eks karı” gibi kullanımlarla da biten bir ilişki kastedilir. Ben de burada Marmaray sonrasında var olan banliyö hattındaki tren istasyonlarının geleceği ile ilgili olarak duyduğum kaygıyı dile getirmek adına bir eğretileme yaptım, istasyon yerine ses benzeşmesinden hareketle “ekstasyon” dedim.

Adını olduğu yerden değil,
  gittiği yerden alan istasyon...



“Bifurcation
-iki kola ayrılma, ikiye ayrılan yol, çatallaşma-




1907 tarihli tarifeye göre, Haïdar-Pacha'dan 9:00’da kalkan tren, Kizil-Toprak istasyonu’na 9:08’de, sonra da Bifurcation’a,
(ikiye ayrılan yola’a) 9:11’de varıyormuş,
yani Feneryolu İstasyonu’na... 





Sonra devam edip, Ghieuz-Tepe İstasyonu’na 9:15’de, Erenkeuy İstasyonu’na 9:19’da, Bostandjik İstasyonu’na 9:25’de Maltépé İstasyonu’na 9:33’de, Cartal İstasyonu’na 9:43’de, en son olarak da Pendik İstasyonu’na 9:50’de varırmış...


22 Eylül 1872’de Haydarpaşa Garı’nın açılmasıyla hizmete giren Haydarpaşa-Pendik Banliyö tren hattı üzerinde yine aynı tarihte başlayan ve Haydarpaşa’dan yalnızca 19. yüzyılın ortalarından itibaren özellikle yaz aylarında mesire yeri olarak kullanılan Fenerbahçesi’ne çalışan özel bir tren daha hizmete girmişti. İşte bu nedenle, Fener’e giden yol anlamında bu yol ayrımının olduğu noktaya (bifurcation) o günden sonra Feneryolu adı verilmişti. Ve o yol ayrımının 150-200 metre kadar ilerisine de Feneryolu İstasyonu inşaa edilmişti.






Odanın camlı kapısından balkona vuran ışık
sıcak bir kumaş gibiydi üstünde dizlerimin.

Ben rehavetli bir mahzunluk içinde
acayip şeyler düşünüyordum :
     
Feneryolu'ndaki çınar
150 yaşındaymış.

Ömrü bir gün süren böcekler.
Gün gelecek
insanlar çok uzun
çok bahtiyar yaşayacaklar.

İnsanın yüreği ve kafası var...
İnsanın elleri...
İnsan?
Ne zamanki,
nerdeki,
hangi sınıftan?
Onların insanları,
bizim insanlarımız.

Ve her şeye rağmen
yeni bir dünya için yapılan kavga.
Sonra sen
ben
bir kırık küvet
ve benim
     kendime karşı duyduğum merhamet...”

16 Ağustos 1940
“Kırık bir küvet” şiirinden

Mehmet Nazım Hikmet Ran

1902’de Selanik’te doğmuştu Nazım Hikmet, Göztepe Taşmektep Okulu’nda okumuş, hapiste ya da yurtdışında olmadığı dönemlerde ikameti hep Kadıköy olmuştu ve Feneryolu Mahallesi Nüfusuna kayıtlıydı.













Hapishaneden çıktıktan 3 ay sonra gelen bir tebligatla Sivas’a askere çağrılan Mehmet Nazım Hikmet Ran, bir sürat motoru ile Karadeniz’e açılarak Romanya’ya, oradan da Rusya’ya kaçmış, bunun üzerine de
25 Temmuz 1951 tarihinde Demokrat Parti İktidarı tarafından 3/13401 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Türk vatandaşlığından çıkarılmıştı.

Ancak, yıllar sonra anlaşılmıştı ki, aslında İstanbul ili, Kadıköy ilçesi, Feneryolu Mahallesi nüfusuna Cilt No:9, Kütük Sıra No:657, birey Sıra No:3 ve 2075306252 Vatandaşlık Numarası ile ve Mehmet Nazım Hikmet Ran adıyla kayıtlı olan şair, o dönemdeki muhtarın hatası nedeniyle (ya da kimbilir belki de isteyerek) hiç bir zaman vatandaşlıktan çıkarılamamıştı, hala aynı nüfusa kayıtlı kalmıştı. Onun yerineyse hiç yaşamamış olan başka bir Nazım Hikmet Ran vatandaşlıktan çıkarılmıştı. Bu gerçek 1993 yılında İçişleri Bakanlığı’ndaki bazı bürokratlar tarafından farkedilmiş ancak ört-bas edilmişti.


Daha sonra 5 Ocak 2009 tarihli ve 70020 sayılı İçişleri Bakanlığı’nın yazısı üzerine Bakanlar Kurulu’nca Nazım Hikmet’in 1951 yılında verilen Vatandaşlıktan Çıkarılması kararı geri alınmıştı.    

Ankara-İstanbul hattında yapılan revizyonlar sonrasında Banliyö trenleri yanısıra yapılacak olan şehirlerarası trenlerin de geçeceği T3 hattının (3.hat) güzergahı nedeniyle Feneryolu İstasyonu’nun beyaz kanopisi (sundurma) hatta denk geldiği için yıkılacakmış. Bu arada eski Feneryolu İstasyon binası yıkılmayacak ancak, 70 metre kadar doğusuna ki bu da neredeyse alt geçide denk gelmekte, yeni bir İstasyon binası yapılacakmış.  

19. yüzyıl’ın ortalarından itibaren Fenerbahçe, İstanbul ve özellikle de Kadıköy halkının mesire yeri olmuştu. Resmi tatil olan Cuma günleri sabahtan gidilir, sarı beyaz papatyaların, çimenlerin üzerinde asırlık ağaçların altında oturularak piknik yapılır istirahat edilirmiş. Denize girmek isteyenler ise burnun etrafı kayalık olduğundan daha ziyade bugün yat limanı yapılmış olan iç koyu kullanırlarmış. Bu mesire yerine yürüyerek veya arabalarla gelmek oldukça güç olduğundan Sultan Abdülaziz devrinde bu sorunu ortadan kaldıracak olan bu hat düzenlenmişti.




Fenerbahçe Tren hattını gösteren 1934 tarihli Kadıköy krokisi.
Feneryolu İstasyonu’na varmadan az önce ayrılarak başlayan hat, bir kavis çizerek Bağdat Caddesi’ni geçer, marsilya tuğlası ile örülüp üzerine demir parmaklıklar döşenmiş olan (Deli) Fuat Paşa* Bahçesi’nin duvarına bitişik ilerler, bahçeler ve köşkler arasından geçerek bugün Orduevi’nin bulunduğu yerde önce sağa sonra da sola dönerek askeri lojmanların bulunduğu geniş arazinin ortasında geniş bir kavis çizerek plajın doğu tarafına yapılmış iki katlı ahşap tren istasyonunda son bulurmuş.

Fuat Paşa Bahçesi, sol tarafta bahçe duvarının solunda Fenerbahçesi’ne giden demiryolu.

Bu hattın traversleri alışılmışın dışında, rayların iki tarafına yerleştirilmiş geniş ağızlı iki kampananın bir demir çubukla birleştirilerek tren hattına istinat duvarı teşkil edecek biçimde tasarlanmıştı. Fenerbahçe’ye ulaşan bu 1756 metrelik özel hattan sadece yanlızca yaz aylarında ve tatil günlerinde tren seferi yapılırmış. Hat, I. Dünya Savaşı’nda askerî amaçlı olarak da kullanılmıştı. Özellikle Çanakkale Savaşları sırasında hem cepheden gelen yaralı askerler, hem de savaş nedeniyle artan salgınlar nedeniyle Fenerbahçesi’ndeki evlerin çoğu hastaneye dönüşmüştü.
1906 yılında inşaa edilmiş olan Villa Mon Plaisir’in denize ve yola bakan ön cephesinde yer alan ve ünlü fransız çini ressamı Joseph Francois Leon Arnoux’a (1826-1902) ait dört adet çini panodan biri, “Printemps”- İlkbahar.
79 numaralı ve cephesinde, Beyoğlu’ndaki Markiz Pastanesinin ünlü çini panolarını da yapan çini ressamı Joseph François Leon Arnoux’un dört mevsimi anlatan çini panolarının olduğu Villa Mon Plaisir, Baştabiblik binası olarak kullanılmıştı. Ancak savaşın bitmesi Fenerbahçesi’ni sevindirememiş, savaşın ardından imzalanan Mondros Mütarekesi sonucu işgal kuvvetleri 13 kasım 1918’de İstanbul’u işgal ettiğinde, bu kez İngiliz ve Fransızlar Fenerbahçesi’ne gelmiş, Fuat Paşa Bahçesi İngiliz Garnizonuna dönüştürülmüş, bahçede üzeri oluklu saçlarla yarı yuvarlak olarak yapılmış barakalar kurulmuş, İngiliz Bayrağı dalgalanır olmuştu.

Hatta, bahçenin etrafı yüksek tel örgülerle çevrilmiş, caddelere açılan dört kapısında süngülü Skoç askerler nöbet tutar, garnizondan gayda sesleri yükselir olmuş, pek çok eve de İngiliz ve Fransız subayları yerleşmişlerdi. Bu karmaşa ve hazin devir beş yıl sürmüş, işgal birlikleri konakladıkları ev ve arazileri bir gece içerisinde boşaltıp, 6 Ekim 1923’te yok olmuşlardı.
Fuat Paşa Bahçesinin kapılardan birisi (Güney), Fuat Paşa Caddesi üzerinde Erguvan sokağın köşesinde, bahçeden günümüze kalabilmiş bir iz olarak yaşamaktadır.


Hattan, 1934 yılında da Fenerbahçe’ye yapılan cephaneliğe nakliyat için arada sırada sadece askerî amaçlarla yararlanılmıştı.

Haydarpaşa Garı’nın 6 Eylül 1917 tarihindeki patlamadan ve 4 temmuz 1918 ve 18 Ekim 1918 tarihlerinde iki kez İngiliz uçaklarının hava hücumları ve bombardımanları sonucu kullanılamaz duruma gelmesi sebebi ile Fenerbahçe'deki iskele uzun süre Anadolu'ya özellikle askerî malzeme sevkıyatında kullanılmıştı. 1928 yılında buraya yaz aylarında ve tatil günlerinde piknik yapmak için gelenlere hizmet için tren seferleri tekrar düzenlenmiş ancak verimli olunamamıştı.

Mart 1970’te üzücü bir biçimde 98 yıldan beri mevcut olan tren rayları, hattın artık çalışmadığı gerekçesiyle sökülerek kaldırılmış, rayların üzerinde bulunduğu ve cadde kotundan bir miktar daha yüksek olan dolgu tren hattı ise, tıraşlanarak caddeyle aynı hizaya indirilmişti.

Feneryolu-Fenerbahçe arasındaki demiryolu hattı iki katlı küçük ahşap bir istasyonla sonlanırmış. Binanın alt katında bilet gişesi, çok şık kırmızı kadife koltukları ve aynı kumaştan perdeleri, orta masası ve büyük bir duvar aynası ile bir bekleme salonu varmış. Binanın etrafını çepeçevre dolaşan ve beyaz boyalı ahşap direklere eğimli olarak bindirilmiş bir sundurma varmış. Etrafında fazla bir bina olmadığı için dodurulmuş bir zemin üzerinde bulunan istasyon hemen hemen her yerden görülebilirmiş.
Fener Plajı ve gerisinde Fener İstasyonu

Yaz aylarında istasyon, kış aylarında karakol olarak kullanılan iki katlı ve revaklı Fenerbahçe İstasyonu 1872 yılında bir Avusturya şirketi tarafından yapılmıştı. 1928 yılına kadar kesintili olarak hizmet veren bu güvercin yuvasını andıran binaya, I. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra 13 Kasım 1918’de İstanbul’u işgal eden İngiliz Kuvvetleri yerleşmiş, tahrip etmiş hatta içerisine saman bile doldurmuştu. İstasyon 1936 yılında yıkılmış yerine Devlet Demir Yollarına ait bir sıra lojman inşaa edilmişti.  

17 Mayıs 1936’da Mustafa Kemal Atatürk’ün Fenerbahçesi’ne geleceği haber alınınca hat tamir edilmiş, yıllardır kullanılmayan Fenebahçe İstasyon binasında yaşayan Haydarpaşa Makasçısı Şaban Efendi ve balıkçılık yapan oğlu Mustafa Topçak’ın kurusun diye binanın etrafına sardığı ağları toplanmış, bina tahliye edilmiş ve etrafa çeki düzen verilmişti.


Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, manevi kızı Ülkü ile birlikte
Feneryolu İstasyonu merdivenlerinde, 17 Mayıs 1936
 Önce Feneryolu’na oradan da trenle Fenerbahçesi’ne gelen Mustafa Kemal Atatürk, o sıralar kendisi için İstanbul’da yapılması düşünülen köşk için Fenerbahçe’nin uygun olduğu düşüncesi iletildiğinde, yapılan teklifi etrafı gezdikten sonra “Burası bir insan için çoktur, halk istifade etsin” diyerek reddetmiş, trenle Feneryolu’na oradan da Haydarpaşa’ya geri dönmüştü.
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk manevi kızı Ülkü ve beraberindekiler ile birlikte Fenerbahçeye yaptığı ziyaret sırasında Feneryolu tren hattını kullanmıştı. 17 Mayıs 1936



▼ ▼ 
Fenerbahçesi İstasyonu’nun bugün Fenerbahçesi Parkı içerisindeki açık ve kapalı havuzların yer aldığı bölgeden çekilmiş bir fotoğrafı, büyük ağaçların en solundaki ağaç ise günümüzde bir göbek oluşturacak şekilde yolun ortasında bırakılmış olan ağaç.
Osmanlı Sarayı’ndaki Hollanda’lı saray terzisi (daha ziyade Şehzadelere elbise dikermiş) Jean Botter’in Ağustos 1884’de 60.000 kuruşa Alman Hermann Joseph Oppenheim’ın (1817-1876) Paris’te yaşayan varisleri eşi Antoinette Chabert (1828-1890) ve çocuklarından satın aldığı, içerisinde eski bir ev bulunan iki dönümlük arazi üzerinde kendisi için bir ev yaptırmıştı. Jean ve Marie Botter daha sonra yine Openheim’den aldıkları arsalara kızları Louisa, Josephine ve Marie için üç köşk daha yaptırtmışlardı. Dört köşkün de tüm yapı malzemeleri İtalya’dan getirtilmişti. Dört köşkte çalışanların tümü yabancı uyrukluymuş ve köşklerde Türkçe hiç konuşulmazmış. Fotoğrafta sol tarafta görülen sıra halindeki köşkler onlardır. Jean Botter tedavi için gittiği İsviçre’de Lozan şehrinde 18 Şubat 1917’de ölmüş, uzun yıllar yazları kendi evinde ikamet eden Marie Botter ise evini 1931 senesinde Nurullah Sami Bey’e 17.000 liraya satmış ve kısa bir süre sonra da vefat etmişti. 
Fransız uyruklu Sezar Geoffredy ile evli Louisa, İtalyan kökenli Malta ve İngiliz uyruklu Avukat Alfred Rizzo ile evli Josephine ve İngiliz Smith-Lyte ile evli Marie, yaz aylarını çocukları ile birlikte Fenerbahçesi’nde geçirir, sonbahar geldiğinde kalöriferler yanar ve Ekim’de de kışlık evlerine taşınırlarmış. Soldan itibaren ilk köşk Jean Botter’e, ortada biraz geride kalan Sezar Geoffredy ve Louisa çiftine ve en sağ baştaki de Alfred Rizzo ve Josephine çiftine ait köşklerdi.


Bugün, bahçesindeki mermer “Balıkçı Kız” heykeli ile ünlü olan Terzi Jean Botter’in kendisine ait olan köşk ve yanındaki Sezar Geoffredy ve Lousia’nın köşkü yıkılmaktan kurtulmuşlardır. 



Mermer “Balıkçı Kız” heykeli günümüzde orijinal yeri olan ön bahçeden kaldırılarak
yan tarafa alınmıştır.

Geoffredy ailesinin sahip olduğu “Sea Wolf” teknesi evin önündeki koyda demirler, aile zaman zaman çocukları Marie Hertans (1900) ve Charles Alfred’le (1905) beraber tekneleri ile Marmara Denizi’nde gezinti yaparlardı. Köşkün ön bahçesinde çiçek tarhının ortasında yer alan zarif bir mermer kadın heykeli vardı ve sonra bir benzeri daha eklenince iki tane olmuşlardı. 

Jean Botter Köşkü, Nurullah Sami Bey’in 1961’de vefatı üzerine Garanti Bankası’na satılmıştı. Bankanın çeşitli Türk filmlerine plato olarak kiraladığı köşk, 1984 yılında Baküs Gazinosu, 90’lı yıllarda Kosova Et Lokantası ve 2005 yılında Borsa Et Lokantasına kiralanmıştı. 2007 yılında Borsa Lokantalarının sahibi olan Özkanca Ailesi, Köşkü Garanti Bankası’ndan satın almış ve 2009 yılında Mimar Abdullah Ekşi tarafından restorasyon çalışmalarına başlanmış, Anıtlar Kurulu ile anlaşmazlığa düşünce, restorasyonu tamamlayamadan Selimoğlu Yapı ve Ergonomi Mimarlık ortaklığı’na satmak zorunda kalmıştı. Köşk 9 Haziran 2010 tarihinde Fortis Bank A.Ş. Mensupları Emekli Sandığı Vakfı’na satılmış, sosyal kullanım için projelendirilerek uygulaması yine mimar Abdullah Ekşi tarafından gerçekleştirilmiş ve 5 mayıs 2011 tarihi itibariyle Vakıf üyelerinin hizmetine açılmıştı.
Saray Terzisi Jean Botter Köşkü balkon altı Dragon formlu konsol detayı.
Galata Merkez Rıhtım Han’da Bahriye Sigorta Acenteliği yapan Fransız uyruklu Sezar Geoffredy ve Lousia çiftinin köşkü, Nuh Naci Yazgan’ın ortağı olan Adanalı Mustafa Özgür Bey’e satılmıştı. Mustafa Özgür Bey’in 7 Mayıs 1953’te vefatından sonra köşk eşi ve çocukları olmadığı için yeğenine kalmıştı. Bazı ihitilaflı olaylar sonrasında köşk tümüyle yeğeni Kemal Bey’e intikal etmiş, uzun süre de köşte oturmuştu. 

Geoffredy ailesinin sahip olduğu “Sea Wolf” teknesi evin önündeki koyda demirler, aile zaman zaman çocukları Marie Hertans (1900) ve Charles Alfred’le (1905) beraber tekneleri ile Marmara Denizi’nde gezinti yaparlardı. Köşkün ön bahçesinde çiçek tarhının ortasında yer alan zarif bir mermer kadın heykeli vardı ve sonra bir benzeri daha eklenince iki tane olmuşlardı. 
Günümüzde köşk restore edilmiş ve bir restoran olarak kullanılmaktadır. Ancak bugünlerde, gerek Jean Botter köşkünün, gerekse hemen yanındaki Sezar Geoffredy köşkünün arka bahçeleri birleştirilerek Selimoğlu & Ergonomi Mimarlık ortaklığıyla “Marina Palas” ismiyle herbiri 200 ile 400 metrekare büyüklüğünde, 24 özel malikaneden oluşacak özel bir özel site inşaa edilmeye başlanacakmış.
Dört köşkün arasında tek kagir olan, İtalyan kökenli Malta ve İngiliz uyruklu Avukat Alfred Rizzo ve Josephine’e ait olan 97 numaralı pembe renkli köşk ilk önce satılan olmuştu. Büyük kestane ağaçları arasında dik çatısı, eliptik ve kemerli pencereleri ve renkli camları ile peri masallarındaki evleri andırıran köşk, Rizzo’lar 1929 yılında kızları Vini ve oğulları Hute’la birlikte Avrupa’da yaşamaya karar verince, satışa çıkartılmış ve köşkü Kayserili Drazzade Sabur Sami Bey**, kızı Emel Hanım için almıştı. Emel hanımın genç yaşta vefatı üzerine ev kızkardeşi Nazan hanıma intikal etmiş ama yine de boş kalmaktan kurtulamamış ve sonunda kiraya verilmeye başlanmıştı.
Kiracıları arasında Eski Dahiliye vekili Şükrü Kaya, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ali Naci Karacan gibi isimler belirli dönemlerde yaşamışlardı. Köşkte bir dönem kiracı olarak oturan Dahiliye Nazırı Şükrü Kaya, Rizzo’ler ile Lythe’lerin köşkü arasında kalan araziyi satın almış ve kendisine bir ev yaptırtmıştı. Rizzo Köşkü’nü, daha sonra sinemacı Kadri Cemali Sümer Bey*** satın almış ve köşke uzun süreden sonra bir canlılık gelmişti. Kadri Cemali Bey’in ölümünden sonra 22 Mayıs 1968 tarihinde açılan “Altın Raket” adlı bir restoran olarak işletilmiş, yangın tehlikesi geçirmiş, ardından bir gece aniden yıkılarak yerine betonarme bir apartman inşaa edilmişti.
İtalyan mimar Raimondo D’Aronco tarafından yapılmış olan
Smith-Lyte ve Marie çiftinin Köşkü 

Smith-Lyte ve Marie’nin köşkü de yine Kayserili olan tüccar Katipzade Nuh Naci Yazgan tarafından satın alınmıştı. Nuh Naci Yazgan’ın 7 Ekim 1947’de ölümünden sonra çocuğu olmadığı için eşi Behice Yazgan ve iki kız kardeşine kalmış, ardından yapılan bir anlaşma ile sadece eşine intikal etmiş, onun vefatından sonra da apartman yapılmak üzere yıkılmıştı. 
Smith-Lyte ve Marie Köşkü yıkılırken 













▼ ▼ 

Raylar tek hat olduğundan Fenerbahçesi’ne gelen trenler geri dönerken Feneryolu İstasyonu’na kadar lokomotifin arkadan itmesi ile gidebilmekteymiş.

Anadolu Bağdat Demiryolu yapıldığı zamanlarda (1872) İstasyon şefleri istisnasız Levantenlerden, Rum veya Ermenilerden oluşur, yine her istasyonda azınlıkların işlettiği bir de bakkal dükkanı bulunurmuş. Feneryolu İstasyonu’nda hattın bir tarafında Tanaş’ın, diğer tarafta ise Toma’nın dükkanları varmış ve İstasyon şefi ise aslen Fransız olan ancak İngiliz uyruklu bir Levanten Antuvan Efendiymiş. Antuvan Efendi ve eşi Katrin ve Sofi isimli iki kızları ile İstasyon’un üst katında otururlarmış. Yaz aylarında açık olan üst kat penceresinden kızlardan birinin piyanosunda çaldığı klasik müziğin nağmeleri istasyonda yankılanırmış. Aile aralarında Fransızca konuşur ve türklerle pek ahbaplık etmezlermiş. İzmir’de Şömendöfer (Chemin de Ferre) okulu açılıp da yeni mezun Türkler gelmeye başlayınca, Antuvan Efendi emekli olmuş ve Fenerbahçe Gazi Mehmetçik sokakta aldığı evinde yaşamaya başlamış. Arasıra Feneryolu İstasyonu’nu ziyarete gelen Antuvan Efendi 15 Ocak 1929 tarihinde vefat etmiş.

“1960’lı yıllarda Krupp lokomotif tarafından çekilen bir katarın önünde bayraklı bir adamın hattı kolaçan ederek treni sevk ettiğini gördüm. Tren hattı son yıllarda sadece TCDD kampına malzeme taşıyordu. Hat genelde çocukların oyun yeriydi ve ağaçların arasından geçerek Fenerbahçe’ye kadar uzanırdı. Başlangıç noktası ise Feneryolu İstasyonu’nun batı tarafı olup, buradan başlayan bir kavisle ana hattan ayrılır, şimdiki sabit pazarın içerisine tesadüf eden yoldan, doğusunda yazlık Site sinemasını bırakarak geçer, Bağdat Caddesi’ni ise demiryolu hemzemin geçit bariyerleri ile ve tramvay raylarını keserek geçerdi. (Feneryolu İstasyonu’na gidenler, güney tarafta kalan kavisli peronu hala görebilirler) Şimdi cadde olan yol demiryolu güzergahı idi. Kaldırım olan yer ise sokak idi ve bu sokak üzerinde kaldırım bile yoktu. Demiryolu Feneryolu’ndan uzaklaştıkça yükselir ve gözden kaybolurdu. Hattın Fenerbahçe’ye doğru uzaklaşan kısmı biz çocuklar için nedense çekinilecek bir bölge gibi gelirdi. Fenerbahçe’de ise bazen yük vagonları göze çarpardı. Bu hat çok güzeldi, yazık olmuştur.”
Mehmet Özerhun



Fenerbahçe İstasyonu'nun bulunduğu deniz kıyısındaki plaj, 1957 yılında TCDD personeli ve aileleri için yazlık dinlenme kampı olarak hizmet etmeye başlamış, TCDD çalışanlarının 20’şer günlük fasılalarla yararlandıkları bu tesisin işlevine 1980’li yıllarda son verilmişti. 



Faruk Ayanoğlu Caddesi'ni takip eden demiryolunun sağ tarafındaki dikdörtgen şeklindeki büyük “Deli Fuad Paşa Bahçesi”ni Fuad Paşa, 1900'da satın alarak burada çeşitli inşaatlar yaptırmıştı. Marsilya tuğlası ile örülüp üzeri yüksek demir parmaklıklarla çevrilmiş olan Fuat Paşa Bahçesinin birisi bugün Gazete Kadıköy’ün hazırlandığı binanın hemen önünde, diğeri Fuad Paşa Caddesi’nde, üçüncüsü de Fener-Kalamış Caddesi’nde olmak üzere çift kanatlı demir kapıları varmış. Fuad Paşa’nın 1900 yılında aldığı arazinin kapısının hemen yanında bulunan bu iki katlı, üstü teraslı binada ilk zamanlar askerler sonraları bekçiler oturur ve bahçenin emniyeti sağlarlarmış.


İşgal yıllarında Gazete Kadıköy'ün binasına İngilizler'in de de yerleştiği görülmüş. Cumhuriyet ilan edildikten sonra Fuad Paşa ailesi bir daha Feneryolu’na gelmemiş, elde kalan binalar temizlenip, kiraya verilmiş, kapılar zincirlenip, üzerine kocaman kilitler asılmış ve böylece Fuad Paşa Bahçesi kendi kaderine terk edilmiş. Sonraki yıllarda parsellenip üzerine bir çok betonarme apartman inşaa edilen bu büyük bahçeden günümüze bir tek Gazete Kadıköy’ün binası ve Fuat Paşa Caddesi üzerinde marsilya kiremitlerinden yapılmış duvardan bir parça ile birlikte bir kapı kalabilmiştir.



* (Deli) Fuat Paşa: (1835-1931)

Çerkes asıllı Mısır doğumlu Osmanlı asker ve devlet adamı olan Fuad Paşa, Müşir (Mareşal) Deli Fuad Paşa olarak da bilinir.


Kendisi gibi Müşir olan Hasan Paşa’nın oğludur. Mısır ordusunda albaylığa yükselmiş, 1869 yılında İstanbul’a gelmiştir. 1872’de Osmanlı ordusunda Liva rütbesini kazanmış, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Tuna Cephesinde görev almıştır. 26 Temmuz 1877 tarihinde yapılan Elena Muharebesi’nde Osmanlı birliklerine komuta etmiş, bu muharebedeki başarısından dolayı Elena Kahramanı olarak anılmıştır. Aynı zamanda cesaretinden dolayı “Deli” lakabını kazanmış ve II. Abdülhamit tarafından Müşir rütbesine yükseltilmiş, ancak yine II. Abdülhamit tarafından 1902’de Şam’a sürgüne gönderilmiş, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla İstanbul’a geri dönmüş ve Kurtuluş Savaşı’nı desteklemiştir.









1931 yılında 96 yaşında İstanbul’da vefat etmiştir. İstanbul Boğaziçi’nde İstinye’de sahibi olduğu Müşir Fuat Paşa Yalısı 10 Nisan 2013 tarihinde elektrik kontağından çıktığı sanılan yangınla büyük ölçüde hasar görmüştü. Dışişleri Bakanlığı İstanbul Temsilciliği ile Karadeniz Ekonomik İşbirliği’nin ortak kullandığı Sarıyer İstinye'deki yalıda sabah saat 06:00 sularında oluşan yangın saatler süren çalışmalar sonucu kontrol altına alınmış, yangın sonucunda herhangi bir can kaybı meydana gelmemesine rağmen bazı katlarda kısmi yanmalar, çökmeler ve üst katlardaki alçılarda büyük hasar oluştuğu bildirilmişti.

























** Sabur Sami Draz:


Sabur Sami Draz’ın kızı Nazan
7 Gün dergisi’ne kapak olmuştu.
Kayseri eşrafındandır. Mülkiye’den mezun olmuş, 1915 ve sonrasında Antalya Mutasarrıfı (Osmanlı döneminde sancaklardaki en büyük mülki amir) olarak görev yapmıştır. Görevi sırasında, amele taburlarını oluşturan Rum ustalara yaptırdığı ve şu anda Serik ilçesinde bulunan okul ve belediye binasıyla tanınır. Cumhuriyet tarihinde, adı birtakım yolsuzluk ve usulsüzlüklere karışmıştır. İlk olarak, 1924'te, Soykırım'dan kurtulmayı başaran ve Türkiye'ye dönerek mallarına sahip çıkmak isteyen Ermenilere para karşılığı sahte belge çıkarttığı ve yardım ettiği iddiasıyla, aralarında Yunus Nadi, Kılıç Ali ve Ruşen Eşref gibi ünlü isimlerin de bulunduğu 10 kamu görevlisiyle birlikte hakkında tahkikat başlatılmış; ancak tahkikattan bir sonuç alınamamıştır.

Mustafa Kemal'in değişmez Dahiliye Nazırı Şükrü Kaya’yla yakın arkadaştır. Kemal Tahir'in Yol Ayrımı adlı romanında anlattığına göre, Çek sefiri, Falih Rıfkı Atay'a gelerek, ondan, Türkiye'ye açmak istedikleri Skoda fabrikasının mümessili olmasını ister. Bu görevi daha önce Sabur Sami'nin yaptığını, ama onun, iddia ettiği gibi politik nüfuzlu biri olmadığını da ekler. Yine Asım Us'a göre, Amerika'da yaşasa ünlü dolandırıcı İnsül gibi olacağı söylenen Sami Bey'in, Muhittin Üstündağ'dan sonra göreve gelen Lütfi Kırdar tarafından resmi dairelere girişi yasaklanmıştır. 

I. Dünya Savaşı’nın sürdüğü 1915–1916 yıllarında Antalya Mutasarrıfı Sabur Sami Paşa tarafından yaptırılan okul binası şimdilerde Antalya Valiliği olarak hizmet vermektedir. 

İttihat ve Terakki Mektebi 1331
Okulun arsasını Kadıpaşalar lakabı ile bilinen İbradı’lı bir aile bağışlamıştır. Sabur Sami Paşa, okulun inşaat işlerinde zamanın amele taburundan (inşaat askerlerinden) faydalanmıştır. Yapımı bittiğinde, ‘İttihat ve Terakki Mektebi’ adını alan okulun doğu cephesindeki duvara konulan kitabede eski Türkçe “İttihat ve Terakki Mektebi 1331” yazılıdır. Bina, dışı kesme taştan, ara kat bağlamaları ahşap ve her katı değişik görünümde iki katlı olarak inşa edilmiştir. Binanın bütün ahşap kısımları Korkuteli Hacıbekar Köyü’nden sağlanmıştır. Marsilya kiremidi ile örtülü çatının dışa uzanan geniş işlemeli saçaklıkları dikkati çeker. Binanın güney cephesindeki ana giriş kapısı basık kemerli; alt kat pencereleri sivri kemerli; üst kat pencereleri ise dikdörtgen şeklindedir.

1919’da I. Dünya Savaşı’nın bitiminde okulun batı kısmı İtalyanlar tarafından önce kışla ve cephanelik olarak ve bir süre sonra da tamamı işgal edilerek askeri birlik kışlası olarak kullanılmıştır. İki yıl sonra İtalyanlar 5 Temmuz 1921’de Antalya’dan çekilince, okul eski binasına taşınarak ‘İttihat ve Terakki Numune Mektebi’ adı altında öğretimine devam etmiştir.
Cumhuriyetin ilanından sonra yalnız 4 ve 5. sınıfları olan ve sadece erkek öğrencileri kabul ettiği için “Gazi Erkek Mektebi” olan okulun adı, 1925 yılından itibaren beş yıllık eğitime geçen okula, kız öğrenciler de alınmaya başlayınca Gazi Mustafa Kemal olarak değiştirilmiştir. Okul, Erken Cumhuriyet Dönemi Mimarisi’ni içeren bir yapı olması nedeniyle 1997 yılında Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararıyla koruma altına alınmıştır. Bu okuldan mezun olan pek çok ünlünün arasında Deniz Baykal ve devrim şehidi M. Kubilay da vardır.

*** Nuh Naci Yazgan

1885'te Kayseri'de dünyaya gelmiştir. Babası, İbrahim Hakkı Bey'dir. Ticaret İdadisi’ni bitirmiş, iş yaşamına Kayseri’deki Baruthane’de kâtiplik yaparak başlamıştır. Bu işinden ötürü “Katipzade” olarak tanınır. Bir yıl kadar Kayseri İdadisi'nde (Lisesinde) Hüsn-ü Hat ve Meşk (Güzel yazı ve örnek yazı) dersleri vermiş, ticaret yaşamına ise halıcılık yaparak başlamıştır.


Kurtuluş Savaşı yıllarında, Kalaçzade Ahmet Hilmi Bey ve Ömer Mümtaz İmamzade ile birlikte Sivas Kongresi'nde Kayseri delegesi olarak bulunmuş, Sivas'tan döndükten sonra Kayseri'de Müdafa-i Hukuk Cemiyeti'nin kurulmasına ön ayak olmuştur. Kayseri ve civarında halktan toplanan yardımlarla ulusal müfrezeler oluşturulması ve görevlendirilmesi, işgal hareketlerini kınayan toplantılar düzenlenmesi, halkın dini ve milli duygularının canlı tutulması konularında öncülük etmiş, işgal edilen yerlerde halka yapılan eziyetleri anlatmak ve Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki gelişmeleri halka duyurmak amacıyla yayın giderlerini şahsen karşılayarak “Erciyes” adında bir gazetenin çıkarılmasını sağlamıştır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne 2. dönem Kayseri milletvekili olarak girmiş, Atatürk kendisine Adana'da kentten ayrılan azınlıkların terkettiği, bacası tütmeyen fabrikaları yeniden faaliyete geçirme görevini verince, 22 Aralık 1924'te milletvekilliğinden istifa etmiş ve Adana'daki sanayi hamlesinin başına geçmişti. Nuh Naci Yazgan, Orhan Kemal'in romanlarında ölümsüzleştirdiği ülkenin en eski fabrikalarından Millî Mensucat’ı 1927'de dönemin diğer işadamları Mustafa Özgür, Nuri Has, Seyit Tekin ile birlikte Hazine'den satın almış ve işletmişti. Millî Mensucat, Türkiye'nin tarihindeki yedinci, Adana'nın ise birinci tekstil fabrikasıydı. Burada üretilen “Aslan” marka vater ve ekstra iplikler, ülkede büyük talep görmüştü. 1948 yılında Akbank’ı kuran, hepsi “Adana'daki Kayserillerden” ve her biri %15 hisseye sahip 6 arkadaştan birisiydi.

Nuh Naci Yazgan 7 Ekim 1947’de vefat etmiş ve Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilmişti.

23.06.2009 tarihinde Kayseri Yüksek Öğrenim ve Yardım Vakfı tarafından Kayseri’de Nuh Naci Yazgan Üniversitesi kurulmuştu.

**** Kadri Cemali Sümer :


Kadri Cemali Sümer Bey sinemacılıkta isim yapmış, Beyoğlu’nda da sinemaları olduğu için Sinemacı Kadri Bey olarak ün salmıştı. Kadıköy’de Süreyyapaşa Sineması’ndan sonra yaptırdığı Opera Sineması son derece lüks ve zevkli bir bina idi. Sinema binasının bulunduğu yerde 1920’li yıllarda Sultan Hamid’in ahvadından bir ailenin oturduğu üç katlı, beyaz boyalı, önünde bir bahçesi ve çam ağaçları bulunan büyük bir konak vardı. Bir sebeple aile evden ayrılmış, Göztepe istasyonuna yakın bir eve taşınmıştı. Desenli yüksek tavanları, bazı odaları çepeçevre ayna kaplı, geniş salonları olan Konak son derece görkemli idi. Aile Göztepe’ye taşındıktan sonra bu bina yıkıldı, antika eşyaları haraç mezat satıldı. Fransız, İngiliz, Rum açıkgöz alıcılar antikaları topladıkları gibi sökülen binanın bazı kısımlarını da yurt dışına çıkardılar. Muhteşem konağın yerinde Canan Sokağı’na kadar uzanan meyilli boş bir arsa kaldı. Kısa süre içinde yapılan derme çatma kulübelere fakir halk gelip, yerleşti. Ağaçlar kesildi, güzelim bahçe konakla beraber yok olmuş, eski halini bilenler için tanınmaz hale gelmişti.

Kadri Cemali Sümer Bey, bu arsaya Opera Sinemasını yaptı ve 1938 yılında büyük bir merasimle açıldı. İlk film olarak devrin en sevilen çitfi Nelson Eddy ve Jeanette Macdonald’ın çevirdikleri “Seviştiğimiz Günler” filmi halka gösterildi.

Sinema binası çok lüks inşa edilmiş, Balkanların en güzel yapısı olarak isim yapmıştı. Sinemaya rağbet günden güne arttı. Bilet bulmak güçleşti. Devrin gençleri birbilerini görebilmek için her cumartesi gecesi en temiz ve güzel kıyafetlerini giyer, günlerce önce bilet alır, o gece sinemada hazır bulunurlardı. Bu durum adeta bir gelenek halini almıştı. Kadri Cemali Bey’in ölümünden sonra müessesenin bakımı da işletmeciliği de her yıl biraz daha geriledi. Masrafını karşılayamaz oldu. 1976 yılında o güzel sinema binası yıkılarak yerine Opera Pasajı yapıldı.

Kadri Cemali Bey’in kardeşleri İzzet ve Ali Cemali 1939 yılında Ankara Ulus Sineması’nın başına geçtiler. Ağabeyleri Kadir Cemali Bey 1921 yılında İstanbul Şehzadebaşı’nda bulunan Milli Sinema’nın işletmeciliğini yaparak bu işe girmişti. Kardeşleri ise ağabeylerinin yanında işi öğrenmişlerdi. İstanbullu kardeşlerle birlikte Ulus Sineması, S.A.İ Sinemacılık Komandit Şirketi tarafından çalıştırılmaya başlandı. Oynattığı kaliteli filmlerle Ankara’da kaliteli seyircisi kitlesine hitap eden Ulus Sineması’nda filmlerin yanı sıra, dönemin ünlü sanatçılarının katıldığı konserler, toplantılar gibi organizasyonlar da yapılırdı. Soysal Apartmanı’nın Ulus Sineması’nın da içinde bulunduğu 3 binası 1967 yılında yıkıldı. Ulus Sineması da böylelikle tarihe karıştı. Seks filmleri furyasını görmeden, başladığı kalite ile bitirmeyi becerebildiğinden Ulus Sineması bir bakıma şanslı sayılabilir. Sinemayı hatırlayanların belleğinde hep iyi olarak hatırlanmasının nedeni budur. Sinemanın yerinde günümüzde Soysal Çarşısı bulunmaktadır. 

***** Şükrü Kaya: (1883-1959)

İstanköy doğumlu Mehmet Şükrü Kaya, Osmanlı Devleti’nin son yıllarında çeşitli devlet görevleri yaptıktan sonra Kurtuluş Savaşı’na katılmış, savaşın ardından kısa bir süre İzmir Belediye Başkanlığı’nı üstlendikten sonra Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşlarından biri olmuş devlet ve siyaset adamıdır.


Birinci Lozan Konferansı’na giden heyette danışman olarak çalışmış, Konferansta bulunduğu sırada İzmir Belediye Başkanlığına seçilmişti. II. Dönem Menteşe, III., IV.ve V. Dönem Muğla Milletvekilliği yapmış, 1924 yılında İsmet İnönü Hükümeti’nde Tarım Bakanlığı yapmıştı. Fethi Okyar Hükümeti’nde Dışişleri Bakanlığı’na getirilmiş, hükümetin istifasıyla bu görevden ayrılmış, 4. İsmet İnönü Hükümeti’nde İçişleri Bakanı olmuştu. Bundan sonra Mustafa kemal Atatürk’ün ölümüne dek kurulan tüm hükümetlerde (1927-1938) İçişleri bakanlığını yürüterek, Cumhuriyet tarihinde en uzun süre (4028 gün) İçişleri Bakanlığı yapan siyasetçi ünvanını kazanmıştı.

Siyasetin yanı sıra yazarlık da yapan Şükrü Kaya, Daniel Defoe’dan “Robinson Crusoe” (1923), Henri Berau’dan “Şişko” (1924), Charles Rist ve Charles Gide’den “Günümüze kadar İktisadi Mezhepler Tarihi” (1927), Bukley’den “Eski Yunan Masalları” ve Albert Mathiez’den “Fransız İhtilali” (1950) adlı eserleri Türkçeye çevirmişti.

10 Ocak 1959’da İstanbul’da vefat eden Şükrü Kaya, Cumhuriyet Gazetesi’nde makaleler de yazmış, 1927-1937 yılları arasındaki konuşmaları ve yazıları bir kitap olarak yayınlanmış, 1935-1938 yıllarındaki söylevlerinin bir bölümü de Türkçe ve Fransızca olarak bir broşür olarak basılmıştı.














Kaynak:

“Bir Fenerbahçe Vardı” - Dr. Müfit Ekdal

Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, İstanbul 1987

“Kapalı Hayat Kutusu KADIKÖY KONAKLARI”Dr. Müfit Ekdal

Yapı Kredi Yayınları,  İstanbul Mayıs 2004





Bir sonraki istasyon Göztepe...